"Bilim, iyi zamanlarda servet, kötü zamanlarda bir sığınak ve iyi bir yol göstericidir."
Aristoteles
Makale Detayları
Makale Adı İslam Hukukunda Cenin Hakkı ve Onuruyla İlgili Hükümler
Yazar
İsmail BİLGİLİ
Dergi İslam Hukuku Araştırmaları Dergisi
Sayı 24
Yıl 2014
Sayfa 219-240
Makale Metni İSLAM HUKUKUNDA CENİN HAKKI VE ONURUYLA İLGİLİ HÜKÜMLER
İsmail BİLGİLİ

ÖZET
İnsan, Allah katında onuru sayesinde değer kazanır. İnsanın onuru, kendisine saygı duyması ve başkaları tarafından saygı duyulmasıyla tezahür eder. İnsan, onurunu doğal olarak kazandığı için bu özelliğinden ne vazgeçer ne de bir başkasına devreder. İnsan ister cenin, ister doğumdan sonra hangi safhada olursa olsun, insan olmakla elde ettiği değerin tanınıp sayılması ve korunması hakkına sahiptir. İnsan onuru hukukla koruma altına alınması gerekir.
Onur sahibi kılınan insanın henüz dünyaya gelmeden cenin safhasında İslam’ın kendisine tanıdığı hakları inceleyeceğimiz çalışmamızda, İslam hukukçularının cenini hukuken nasıl konumlandırdığını özellikle mali haklara sahip olup olmadığı, sahipse hangi düzeyde olduğunu tartışmalar ekseninde tespit etmeye çalışacağız.
Anahtar Kelimeler: Cenin, İslam hukuku, mülkiyet, klon, gurre.


PROVISIONS IN ISLAMIC LAW PERTAINING TO RIGHTS AND DIGNITY OF FETUS

ABSTRACT
Human beings are appreciated in the sight of Allah due to their dignity. Man’s dignity manifests by respecting himself and being respected by others. Human beings have won their honor naturally, therefore they neither delegate this feature nor give it up. A human being, whether he/she is a fetus or after birth, no matter what stage of life he/she is, has the right of recognition and protection of the values he holds as a human. Human dignity must be protected by law.
This paper deals with the rights granted to human beings by islamic law in their fetus stage. We’ll elaborate on how scholars of islamic law considered the legal identity of fetuses, especially if they have financial rights and at what level it is in the light of scholarly debates on the topic.
Keywords: Fetus, Islamic law, property, cloning, ghurrah.


GİRİŞ
Allah katında en hayırlı ve en üstün varlık insandır. Allah Teâlâ insanı, ruh ve bedenden en güzel bir şekilde yaratıp akıl nimetiyle donatmış, yeryüzündeki tüm canlıları onun hizmetine sunarak halife kılmıştır. Allah, Kur’an-ı Kerim’in pek çok ayetinde insanın yaratılışından, ana rahminde geçirdiği safhalardan, dünyaya gelişinden, dünya ve ahiret hayatından ayrıntılı olarak bahsetmekte, insana verdiği değeri de “biz ademoğlunu mükerrem kıldık/onurlandırdık” ifadesiyle taçlandırmaktadır.
İnsan özellikle akıl ve iradesi ile bütün bitki ve hayvan türlerinden farklı niteliklere sahiptir. Ahsen-i takvîm üzere ayrı bir tür olarak yaratılan insan, insan biçiminde yaratılmış, fizikî, aklî ve ruhî tekâmülü, sadece kendi türü içinde cereyan etmiştir.
İnsan henüz dünyaya gelmeden önce ana rahminde cenin aşamasındadır. Belirli safhalardan geçmek suretiyle tekâmül eden cenin, henüz dünyaya gelmeden nesep ve miras gibi bir takım haklara ve eksik de olsa vücup ehliyetine sahip, hukuken koruma altına alınan, sınırlı da olsa hukukî işlemlerin muhatabı kabul edilen bir kişiliktir. Cenin hakkında öngörülen hukukî işlemler, başta hayat olmak üzere nesep ve mülkiyet haklarına yöneliktir. Modern Türk Hukukunda da yer alan cenin hakları ve bunlara yönelik ihlallere ilişkin hükümler, İslam hukukunda genellikle borçlar hukuku, miras, vasiyet ve ceza hukuku bölümlerinde ele alınmaktadır.
“İslam Hukukunda Cenin Hakkı ve Onuruyla İlgili Hükümler” başlıklı araştırmanın esasını, “cenin, hukuk nazarında gerçek kişiliğe ve hakiki şahsiyete sahiptir” teması oluşturmaktadır. Araştırmanın birinci kısmında, ceninin tanımı ve ana rahminde geçirdiği safhalar üzerinde durulacaktır. Bu bölümün sonraki bölümlere belki de en büyük katkısı, ceninin sadece can sahibi olması hali ile ruh sahibi olması halinin belirleme çalışması olacaktır. Zira cenin, hukuk nazarında nesep, miras, vasiyet, vakıf gibi kişilik haklarına sadece can sahibi olmakla mı, yoksa ruh sahibi olduktan sonra mı ulaşmaktadır? Bunun tespit edilmesi hukuki hükümler açısından önem arz etmektedir.
Araştırmanın ikinci kısmında, Allah’ın haysiyetli ve onurlu kıldığı insanın cenin halinde iken sahip olduğu kişilik ve mülk edinme hakları ile bunların korunmasına yönelik tedbirler üzerinde durulacaktır. Bu bölümün temelini, ceninin hayat hakkından ziyade nesep ve malî hakları oluşturacaktır. İslam Hukukunda eksik vücub ehliyeti yani kısmî hak ehliyetine malik olan ceninin lehine gerçekleşen vakıf, ikrar, miras, vasiyet gibi mülkiyete yönelik haklar ile bunların korunması üzerinde durulacaktır.
Üçüncü kısımda ise ceninin hayat hakkı ele alınıp buna yönelik ihlallere uygulanacak cezaî müeyyideler izah edilecektir. Ceninin hayat hakkının öncelikli olarak korunması gerektiği gibi hayatını sonlandıracak her türlü tehlike ve risklerden de uzak tutulması elzem olduğundan bu bölümde “gurre” cezası üzerinde durulacaktır.
Dördüncü kısımda konuyla bağlantılı olması ve ceninin hayat hakkının korunması amacıyla klonlama ve kök hücre çalışmalarına da yer verilecektir. Özellikle vurgulanmaya çalışılacak husus tedaviye yönelik insan klonlanması çalışmalarının amacı, salt klonlanmış insan elde edilmesi olmadığı; zira kök hücre üretiminin, hastalıkların tedavisinin araştırılmasına hizmet ediyor gibi görünse de, kök hücre elde etmek için embriyonun öldürülmesinin gerekliliği, bir insanın hayatını kurtarmak ya da sağlık sorununu gidermek için başka bir insanın hayatına son vermenin ne kadar ahlakî ve hukukî olduğunun sorgulanmasıdır. İnsan onurunun, klonlama ve kök hücre çalışmalarına karşı korunması ihtiyacı, aslında tıp gibi diğer bilim dallarının da üzerinde önemle durduğu bir konudur.
Son bölümde ceninin sağlığına zarar vermemek için alınan önlemler ölü doğması durumunda tabi tutulacağı hükümler ele alınacak. Elde edilen tüm sonuçlar netice bölümünde sunulacaktır.

A) CENİNİN TANIMI VE ANA RAHMİNDE GEÇİRDİĞİ EVRELER
Cenine ait hakları ele almadan önce ceninin tanımını yaparak ve ana rahminde geçirdiği aşamaları ayet, hadis ve tıp biliminin verileri ışığında değerlendirelim.
a) Ceninin Tanımı: Arapçada cenîn, “cenne” fiilinden türetilmiş, sözlükte “gizli olan şey, gizlenmiş, örtünmüş, gözle görünmeyen, üstü gömülü, örtülü, gecenin örtmesi, gizlemesi ve anne rahmindeki çocuk” gibi anlamlara gelmektedir. Ceninin çoğulu “ecinne” ve “ecnûn”dur.
“Cenne” kelimesindeki “cim” ve “nun” harfleri sürekli örtülü olma ve gizli kalmayı ifade ettiğinden göğüsteki kalbe, toprağın altında insanı saklayan kabre “cenân” denilmektedir. Cenazenin örtülmesi yani kefenlenmesine de “icnân” tabiri kullanılır. Yine gözle görülmeyen cin bu kelimeden türemiştir. İnsanı saldırılardan koruduğu ve sakladığı için kalkana “cunne” dendiği gibi, oruca günahlara karşı kalkan olduğundan, imama da cemaatin hatalarını kapattığından “cunne” nitelemesi yapılır. Ayrıca aklın kapalı, örtülü olması haline “cunûn”, bu haldeki insana da “mecnûn” denir. Cahiliye döneminde meleklere görünmedikleri için “cenne” denilmiştir. Ahiret hayatındaki “cennet” de ağaçlarla örtülüp kapandığı için bu ismi almıştır.
Ceninin fıkıhtaki ıstılah anlamı, kelime anlamıyla paralellik arz eder. Şöyle ki cenin; “henüz doğmamış, doğum vaktine kadar ana rahminde saklı olan çocuğa verilen isim”dir. Cenin kelimesi bu manada ayet ve hadislerde geçmekte, insanın dünyaya gelmeden önceki değişim ve gelişim safhalarını ifade etmektedir.
İslam hukukunda ana rahminde yaratılan çocuğun geçirdiği tüm safhalar için cenin tabiri kullanılsa da İslam hukukçuları, cenini hukukî bir şahıs olarak kabul etme açısından farklı tanımlamışlardır. Şafi‘î hukukçularına göre örf nazarında insanın yaratılışının ilk safhasını oluşturan canlı, henüz şekli belli olsun veya olmasın cenindir. Zahirî âlimlerinden İbn Hazm (v. 456/1064)’a göre cenin, alaka safhasındaki canlıya denir. Maliki hukukçularına göre ana rahminde henüz azaları şekillenmemiş bile olsa et parçası (mudğa) halinde bulunan canlı cenindir. Hanbelî hukukçularına göre rahimdeki canlı, insan suretini aldıktan sonra cenin diye adlandırılır. Hanefi hukukçularına göre de ana rahmindeki canlının cenin diye tanımlanması, insan olduğunun yani parmak, tırnak ve saç gibi organların görülmesiyledir. Ceninin tanımlanmasında Şafiî hukukçuları henüz yaratılışının ilk safhasını esas alırken Hanefilerin ise ileri aşamayı benimsedikleri görülmektedir.
b) Ceninin Ana Rahminde Geçirdiği Evreler: Konunun ayrıntısına girmeden önce şunu belirtilim ki, insanın ana rahminde oluşumunu en sağlıklı bir şekilde izah edecek olan, bu sahanın uzmanı tıp bilginleridir. Bu sebeple konuyla ilgili ayetlerin doğru bir şekilde anlaşılması için tıp biliminden istifade edilmesi gerekecektir. Zira ayetler meseleye daha çok Allah’ın yüce yaratıcılığına dikkat çekmek amacıyla yaklaşmakta, biyolojik ayrıntıları derinlemesine ele almaktan uzak kalmakta, konuyla ilgili detaylı bilginin elde edilmesini sahanın uzmanlarına bırakmaktadır. Tıp biliminin verileri de meselenin dinî ve hukukî boyutunun daha iyi anlaşılmasına katkı sağlamaktadır. Bununla birlikte Kur’an’da insanın yaratılışı, aklın ve bilimin inceleme alanı dışında tutulmadığı gibi bir muamma olarak da takdim edilmemiştir. Aksine “Onları, kendilerinin de bildikleri şeyden yarattık” ayetiyle bu oluşumun insanın bildiği bir şekilde cereyan ettiğine işaret edilmiştir. Kur’an, bilinen olaylardaki ilahi fiillere dikkatleri çekmek ve insanın bu konudaki bilgisini tanık tutmak suretiyle, Allah’ın kudretini, nimetlerini hatırlatmaktadır. Onun içindir ki Kur’an ne zaman insanın yaratılışından bahsetse mutlaka onun Allah tarafından hikmetli ve sanatlı bir şekilde yaratıldığını belirtir. Bazen bu konuda kısmî ayrıntılara da girerek yaratılışın çeşitli aşamalarından ibretler sunar.
İnsanın yaratılışını anlatan ayetleri genel hatlarıyla incelediğimizde ceninin şu safhalardan geçtiğini görürüz:
1. Nutfe (döllenmiş yumurta): Kur’an-ı Kerim, Hz. Adem’in topraktan yaratılması olayına değindikten sonra insan yaratılışının ilk aşamasında nutfe olduğunu bildirir. Nutfe, erkek sperm hücresinin kadın yumurtasıyla rahim ağzında, fallop denen rahim tüpü içinde en geç yirmi dört saat içinde birleşerek oluşan döllenmiş yumurta veya hücredir ki buna “zigot” adı verilir. Döllenme sonucunda tek bir hücre ve yirmi üç çift kromozom olarak meydana gelen zigot, bu aşamada henüz cenin kabul edilmemektedir. Zira döllenmiş yumurta yeni bir canlının bedenini yapmak üzere mitotik bölünmeye başlamış, rahimdeki yerine henüz yerleşmemiştir. Kur’an-ı Kerim nutfe safhasına on kadar ayetle değinmektedir. Bunlardan birinde şöyle buyurmaktadır:
اِنَّا خَلَقْنَا الْاِنْسَانَ مِنْ نُطْفَةٍ اَمْشَاجٍ
“Şüphesiz biz insanı karışım (emşâc) halindeki nutfeden yarattık.”
Müfessirlerin pek çoğuna göre ayette geçen “emşâc” kelimesinden maksat, kadın yumurtası ile erkek suyunun birleşmesiyle meydana gelen fakat henüz “alaka” halini almadığı için rahim duvarına asılmamış karışımdır.
2. Alaka (rahim çeperine, duvarına asılı hücreler topluluğu): Döllenmiş yumurta yani nutfe bir hafta sonra rahim çeperine asılıp tutulan hücreler topluluğu haline gelir ki buna alaka denir. Artık hücreler bütünü alaka merhalesinde hayatiyet kazanmış bir cenindir. Cenin alaka aşamasında sadece can sahibidir ve kendisine henüz ruh üflenmemiştir. Allah Teâlâ Kur’an’da dört ayetle alaka safhasından bahseder. Bunlardan birinde şöyle buyurur:
ثُمَّ خَلَقْنَا النُّطْفَةَ عَلَقَةً
“Sonra nutfeyi alaka (embriyo) yaptık.”
3. Mudğa (belli belirsiz et parçası): Günümüz tıp biliminin bulgularına göre bir haftalıkken alaka olup rahim duvarına asılı duran cenin, 25. günden itibaren bir et parçası görünümüne dönüşerek mudğa safhasına geçer. Mudğa, ilk dört gününde “gayri muhallaka” yani şekilleri belirsiz bir çiğnem et parçası iken, yirmi sekizinci günden itibaren “muhallaka” halini almış, artık yüzü de dahil vücut azaları biçimlenip belirmeye başlamıştır. Ceninin göz, dil, ağız ve dudakların yaratılmasıyla bu süreç, beşinci haftayı da kapsayacak şekilde devam edecektir. Cenin, mudğa safhasında artık tam bir insan şeklini alır. Kur’an-ı Kerim mudğa safhasını iki ayetle açıklar. Bunlardan birinde şöyle buyrulur:
فَاِنَّا خَلَقْنَاكُمْ مِنْ تُرَابٍ ثُمَّ مِنْ نُطْفَةٍ ثُمَّ مِنْ عَلَقَةٍ ثُمَّ مِنْ مُضْغَةٍ مُخَلَّقَةٍ وَغَيْرِ مُخَلَّقَةٍ لِنُبَيِّنَ لَكُمْ
“Biz sizi (önce) topraktan, sonra nutfeden, sonra alakadan (embriyo), sonra şekilleri belirli belirsiz bir çiğnem et parçasından yarattık ki, size (kudretimizi) açıkça gösterelim.”
4. Azm (kıkırdak kemikleri): Altıncı haftada et parçası olarak tanımlanan mudğa, iskeleti meydana getiren kemiklere dönüşür. Sonra da kemiklerin etrafına kaslar oluşmaya başlar. Kur’an-ı Kerim bu safhayı azm olarak isimlendirir.
فَخَلَقْنَا الْمُضْغَةَ عِظَامًا
“Bir çiğnemlik eti (mudğa) kemiklere çevirdik.”
5. Lahm (kemiklere giydirilen et): Yedinci haftanın başından itibaren oluşmaya başlayan kemiklerin üzeri sekizinci haftada ete bürünerek ceninin lahm safhası gerçekleşir. Ceninin ademoğlu suretini alması bu safhada iyice belirginleşmeye başlar. Bu safhanın tamamlanmasıyla cenin hareketlenir. Ayette kemiklerin et ile kaplanması;
فَكَسَوْنَا الْعِظَامَ لَحْمًا
“Kemiklere et giydirdik” ifadesiyle anlatılır.
6. Başka bir varlık haline gelmesi (ruh üflenmesi): Kemiklerin etle kaplanmasından sonra artık ceninin yaratılışı tamamlanmış embriyo safhası da sona ermiştir. Ceninin bir başka varlık haline gelmesi ise kendisine ruh üflenmesiyle olacaktır. Bu safha ayetlerde şu şekilde açıklanır:
ثُمَّ اَنْشَاْنَاهُ خَلْقًا اٰخَرَ
“Sonra onu bir başka yaratılışla inşa ettik.”
ثُمَّ سَوّٰیهُ وَنَفَخَ فٖيهِ مِنْ رُوحِه
“Sonra onu düzeltip tamamladı ve içerisine ruhundan üfledi.”
Bu iki ayet, tam olarak insan şeklini alan ceninin, kendisine ruh üflenerek diğer canlılardan tamamen farklı bir varlığa dönüştüğünü bildirmektedir. Buradan da şunu anlamaktayız ki aslında cenin, ana rahminde ruh üflenmeden önce ve ruh üflendikten sonra olmak üzere iki esas safhadan geçmektedir. Öyleyse cenine ruh ne zaman üflenmektedir?
Ana rahmindeki cenine ruhun üflenme zamanı üzerine yapılan tartışmalarda odak noktayı, “yaratılışın tamamlanma zamanı” oluşturmaktadır. Yaratılışın tamamlanması hakkında ayeti kerimelerde herhangi bir zaman belirtilmezken hadislerde kırk küsur gün ile yüz yirmi gün şeklinde iki ayrı süre verilmektedir. Bu farklı süreler ışığında farklı kanaatlere sahip hukukçular doğal olarak farklı fıkhî hükümlere ulaşmışlardır. Neticede ceninin düşürülmesinin caiz olup olmadığı, olacaksa hangi aşamada veya hangi zamanda caiz olacağı hususunda pek çok fikir ortaya atılmıştır. Bu konudaki meselenin çözümüne ayet, hadis ve tıbbın sunduğu verilerle ulaşılacaktır.
Nutfenin rahme yerleşmesinden sonra alaka, mudğa, kemik ve kemiklere et giydirme merhalelerini belirten lafızların, takip bildiren “fâ” bağlacıyla birbirlerine bağlanması, bu safhaların arasında hiç zaman periyodu olmaksızın aynı zaman dilimi içerisinde ve ardı ardına meydana geldiklerini göstermektedir. Ayetin devamında yer alan ve müfessirlerin çoğunluğuna göre ruhun üflenmesi olarak yorumlanan “sonra onu bir başka yaratılışla inşa ettik” cümlesi ise öncesine “sümme” bağlacıyla bağlanarak ruhun, aslında vücudun maddi yapısının bir parçası olmadığını belirttiği gibi iki eylem arasında bir zaman aralığının bulunduğunu da ortaya koymaktadır.
Konuyla ilgili Müslim’in rivayet ettiği hadiste Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:
“Sizden birinizin oluşumu, annesinin karnında kırk küsur gece geçince toplanıp tamamlanır. O müddet içerisinde alaka ve mudğa olur. Allah ona bir melek gönderir. Melek ona şekil verir. Gözünü, kulağını, cildini, etini ve kemiklerini yaratır. Sonra kendisine ruh üflenir.”
Hadisi şerif, ceninin yaratılışının kırk küsur gecede bütün embriyo safhalarıyla beraber şeklen tamamlandığını belirtmektedir. Tıp bilimi de ceninin kemik dokusunun oluşup kemiklerin etle kaplanmasının altıncı haftadan başlayıp yedi ve sekizinci haftalarda tamamlandığını doğrulamaktadır. Abdullah b. Mesut (v. 32/653)’un rivayet ettiği ve yaratılışın yüz yirmi günde tamamlandığının anlaşılmasına zemin hazırlayan hadis ise ayet, diğer hadisler ve tıbbın verileriyle çelişmektedir. Ayette yumurtanın döllenmesinden sonra; alaka, mudğa, kemiklerin oluşumu ve kemiklerin ete bürünmesiyle devam eden ceninin yaratılış safhaları, “fâ-i takibiyle” bağlacıyla birbirine bağlandığından yaratılış kesintisiz ardı ardına devam etmektedir. Nutfe ile alaka arasında “fâ-i takibiye”nin bulunmaması ise arada başka bir durumun olduğuna işaret etmektedir ki bu da zigotun cenine dönüşmesidir. Çünkü zigot rahim duvarına yapışana kadar sürekli bölünerek çoğalmakta, “alaka” safhasına geçince can sahibi cenin olmaktadır. Cenin, alaka ve mudğa safhalarından hemen sonra kemik ve ete bürünerek hadiste de belirtildiği gibi kırk küsur gecede yaratılışını tamamlamakta, insan şeklini almaktadır. Bu ana kadarki insan cenini diğer canlıların ceninlerinden sadece şekil bakımından farklı olmaktadır. Ruh üflenmesi ise yukarıda geçen safhaların yani yaratılışın tamamlandığı kırk küsur (kırk, kırk iki, kırk üç, kırk beş) geceden hemen sonra gerçekleşmekte fakat yüz yirmi güne ulaşmamaktadır.
Müslim’in Abdullah b. Mesut’tan rivayet ettiği hadiste “bu süre içerisinde” lafzı nutfe, alaka ve mudğa safhalarının hepsinin ilk kırk gün içerisinde gerçekleştiğini ifade etmektedir. Buna göre hadisin metni şöyle anlaşılmaktadır; “Sizden birinizin yaratılışı annesinin karnında kırk günde nutfe olarak derlenip toparlanır. Sonra aynı süre içerisinde alaka olarak derlenip toparlanır. Sonra aynı süre içerisinde mudğa olarak derlenip toparlanır.” Bu ifadeler, aynı kırk gün içerisinde yaratılışı tam bir nutfe, tam bir alaka ve tam bir mudğanın meydana geldiğini belirtmektedir. Konuyla ilgili araştırmalarda bulunan tıp uzmanlarının ekseriyetinin günümüz tıp ilmince sabit olmuş yeni bilgiler ışığında yaptıkları açıklamalara göre, “nutfe, alaka ve mudğa safhalarının hepsi ilk kırk günde tamamlanmaktadır”. Bu zaman zarfında bütün vücut sistemleri derlenip toparlanır ancak bunlar iptidai bir vaziyette yaratılır. Bir başka tabirle tomurcuk halindeki çiçek gibidir. Bu safhadan sonra cenin, doğuma kadar sürekli gelişme gösterir.
Hadiste, ana rahmindeki yaratılış için vekil kılınan meleğin, nutfe, alaka ve mudğa safhalarının tamamlanmasından sonra cenine ruh üflediğini bildirmekte, fakat hiçbir rivayette ruhun kaçıncı günde üflendiğine dair kesin bir bilgi yer almamaktadır. Ruhun ne zaman üflendiğini tespit ederken ortaya çıkan görüş ayrılıkları, hadisin ilgili rivayetlerindeki lafız farklılıklarının yorumlanmasındaki ihtilaftan kaynaklanmaktadır. İlgili hadisler doğrultusunda ruhun üflenme zamanını değerlendirenler iki ayrı sonuca varmışlardır. Bunlardan biri ruhun ilk kırk günden sonra üflendiği, çoğunluğun sahip olduğu ikinci görüşe göre ise üçüncü kırk günden sonra üflendiğidir. Cenine ruh üfleme zamanı, kocası ölen kadının beklediği iddet süresine kıyas edilerek dört ay on gün olması gerekir kanaati de bulunmaktadır. Zira bu müddet hamlin istibrası yani hamile olmadığının anlaşılması için gerekli zaman dilimidir. Bununla birlikte cenindeki iradi hareketlerin sınırlı da olsa yedinci haftada yani ilk kırk küsur günden sonra başlaması, ruhun kendisine üflenmiş olduğunu da göstermektedir. Zira cenindeki iradi hareketler onda iradenin var olduğunu ortaya çıkarmaktadır. İrade ise ruha bağlıdır. Ruh da Allah’ın emri cümlesindendir.
Ayrıca Kur’ân’da ceninin oluşum safhaları zikredildiği halde süre zikredilmemiştir. Yine Kur’ân ifadesiyle, ölme özelliği de bu safhalardan sonra olacağına göre, canlanma yani bir başka yaratılış da yine kırk gün civarında olacaktır. Buharî ve Müslim gibi sahih kaynaklardaki hadisler ise kırk günü telaffuz ederler ancak, ikinci, üçüncü kırk günden açıkça söz etmezler. Hatta bütün olup bitenlerin o ilk kırk günde tamamlandığını gösteren işaret taşırlar. Buhârî ve Müslim hadislerine dikkatlice bakıldığında ruh üflenmesinin ilk kırk gün civarında olduğu rahatlıkla anlaşılacaktır.
İnsan ruh ile cesedin toplamıdır. Sadece cesede insan denemeyeceği gibi yalnız ruha da insan demek mümkün değildir. Öyleyse kırk günden önceki cenin ile kırk günden sonraki cenin farklı şeyler olmalıdır. Dolayısıyla, ceninle ilgili olarak kırk güne kadar ki hükümlerle, ondan sonraki hükümler de farklı olacaktır.
Ceninin ruh üflenmeden önce insan şeklini alıp hayatiyet kazandığı canlılık hali ile ruh üflendikten sonra insan kabul edilip hukukî bir şahıs olma hali farklı hükümlerin uygulanmasına sebeptir. Konuyla ilgili hüküm farklılıkları, görüş sahipleriyle birlikte ilgili bölümde ele alınacaktır.

B) CENİNİN MALÎ HAKLARI
İlahi dinlerin ortak hedeflerinden mülk edinme ve malın korunması, İslam hukukunda da üzerinde önemle durulan zarurî maslahatlardandır. İslam hukuku, insanın mülkiyet hakkını henüz cenin safhasında iken gözeterek saklı tutmuş, eksik de olsa hak ehliyetine sahip olduğunu benimsemiştir. İslam hukukçularının çoğunluğu, cenini teslimi şart olmayıp mutlak anlamda lehine olan nesep, miras, vakıf ve vasiyette sağ doğmak kaydıyla hukukî bir kişilik kabul etmiştir; çocuğun sağ olarak doğumunu da ağlama, hareket etme gibi canlılık belirtilerine bağlamıştır. Ceninin sağ doğması gerçek anlamda olabileceği gibi anneye darbe vurulması şeklinde bir haksız fiil sonucu ölü doğması gibi takdiren de gerçekleşebilmektedir. Bu şekilde ölü doğan çocuk genel kanaate göre hükmen sağ doğmuş kabul edilmektedir.
a) Miras: Ceninin nesebi ebeveyni ve yakın akrabalarıyla sabittir. Cenin ölen bir yakınının malına varis olur ve doğumuna kadar kız veya erkek olma durumuna göre en avantajlı olanı esas alınarak miras hissesi bekletilir. Sağ doğunca da kendisi için bekletilen hisse mülkiyetine intikal ettirilir. Fazla hisse ayrılmışsa artan kısım, ölü doğmuşsa da ayrılanın tamamı diğer mirasçılara intikal ettirilir. İkiz veya üçüz doğum halinde terike buna göre yeniden taksim edilerek mirasçılara fazladan ödenen kısım geri alınır. Ceninden başka mirasçı olmadığı veya ceninin doğumu ile mirasçıların pay alamamaları durumunda mirasın taksimi doğuma kadar bekletilir.
b) Vasiyet: Vasiyet tek taraflı irade beyanı ile tamamlanan bir hukukî işlem olduğundan cenin hakkında yapılan vasiyet de geçerlidir. Cenin, veli veya vasî gibi bir temsilcinin kabul beyanına gerek olmaksızın vasiyet konusu mala hak kazanır. Vasiyet mirasa göre daha kolay hükümlere tabidir. Zira din ayrılığı vasiyete aykırı değildir. Yine mirasın hilafına gayri müslim köleye vasiyet geçerlidir. Ceninin veraseti geçerli olunca vasiyeti de öncelikle geçerli olur. Aynı durum tek taraflı irade beyanı ile tamamlanan vakıf için de geçerlidir.
Ceninin malî haklara sahip olması eksik de olsa vücup ehliyeti sebebiyledir. Ceninin vücub ehliyetinin eksik olmasının iki nedeni vardır. Bunlardan biri ceninin varlık ve yokluğa ihtimalli olmasıdır. Çünkü cenin bazen sağ doğar ve kendisi için insan olma hakkı sabit olur; bazen de ölü doğar ve hiçbir şeye sahip olamaz. Cenin ölü doğduğunda hiçbir şeye sahip olamaması görüşü tartışılabilir. Zira ceninin ölümüne sebebiyet verme mukabilinde öngörülen gurre cezası, ceninin mirası olarak vereselerine paylaştırıldığına göre cenin terike yani mal sahibi kabul edilmektedir. Ayrıca ceninin ‘ölü doğduğunda hiçbir şeye sahip olamaz’ görüşü, mal varlığı hakları ana rahmine düşmesiyle başlar kanaati ile de uyuşmamaktadır.
İkinci neden ise ceninin anneden ayrı olmaması, bir yönden annenin bir parçası gibi kabul edilmesi, diğer yönden de ayrı bir insan sayılmasıdır. Fakat gerçekte cenin ana rahmine yerleşmiş bir candır. Hakkında verilecek hükümlerde anneye bağlı olmasından ziyade hayat sahibi biri olduğu düşünülerek hareket edilmelidir. Kendisine ruh üflenen ceninin anneden ayrı bir kişilik kabul edilmesi önceliklidir. Zira annenin el, ayak gibi herhangi bir uzvuna yapılan vasiyet, hükmü sabit kılmazken, rahminde bulunan cenine yapılan vasiyet geçerli olmaktadır. Ayrıca cenin için yapılacak sulh akdi geçerli olmadığı gibi, annesi adına da geçerli olmaz. Hatta annesi veya babasının cenin adına yaptığı sulh akdi de geçersizdir.
c) İkrar: Cenin lehine yapılan ikrar, aslında ceninin vefat etmiş babası gibi miras bırakan biri lehine yapılmış ise geçerlidir. Zira ikrarda bulunan kişi, önceden emanet veya borç olarak aldığı malı ölenin mirasçılarına -ki onlardan biri de cenindir- vermediği sürece mal dolaylı olarak varislerin hakkı olmaya devam etmektedir. Cenin sağ doğarsa ikrar edilen mala sahip olur; ölü doğarsa mal ölenin mirasçılarına verilir. İslam hukukçularının çoğunluğuna göre bu hükümler miras bırakanın ölümünden en çok altı ay içinde doğum yaptığında geçerlidir. Altı aydan daha fazla bir zaman geçtikten sonra çocuk dünyaya gelirse bir şey alamaz, kanaati hâkimdir.
Cenin lehine yapılan ikrar, bir akit neticesi doğan borcun ikrarı ise geçersizdir. Zira cenin sözleşmelerde taraf olamaz. Sebebi belli olmayan borcun ikrarında ise ihtilaf edilmiştir. Mutlak ikrarın cenin lehine geçerli olacağını söyleyen İmam Muhammed (v. 189/805), kanaatini şu şekilde açıklar; “Çünkü ikrar bir delil olup onu kullanmak mümkün olduğu sürece, geçersiz saymak caiz değildir. Mutlak ikrarda cenin doğmuş çocuk kabul edilmiştir. Bundan dolayı doğru bir neden açıklandığında cenin lehine yapılan ikrar geçerli olur. Nitekim cenini özgür kılmak ve özgür kıldığını ikrar etmek geçerlidir.” İmam Ebu Yusuf (v. 182/798) ise; “Mutlak olarak yapılan mal ikrarı, ticari nedenle doğan borç olarak kabul edilir. Hâlbuki cenin akitlerde taraf olamayacağından lehine yapılan mutlak ikrar da geçersizdir” açıklamasında bulunur.
d) Mülk Edinme: İslam hukukçularının genel kanaatine göre cenin, tam vücub ehliyetine sahip olmadığı için mülkiyet hakları doğumuyla işlerlik kazanır; gerçek anlamda mal sahibi olmadığından da borçlanmaya ehil kabul edilmediği gibi ibadet niteliği taşısın veya taşımasın herhangi bir vergi ve nafaka yükümlüsü de kabul edilmez. Hanbelî hukukçularına göre cenin hakkında dünyevî hükümler sağ doğması şartıyla sadece miras ve vasiyet için geçerlidir. Hanbelîler ceninin malından cenin adına fıtır sadakası verilmesini mustehap kabul ederler. Hz. Osman (v. 35/656) da ceninin fıtır sadakasını vacip kabul etmeyerek müstehap düşüncesiyle veriyordu. Fakat Ahmed bin Hanbel (v. 241/855)’den gelen bir görüşe göre ceninin fıtır sadakası vermesi gerekir ve cenine bir malın intikali doğumdan önce de işlerlik kazanır. Bundan dolayı cenin nafaka borçlusu olduğu kimselere karşı bu maldan nafaka ödemekle yükümlüdür. Aslında bu yaklaşımlar ceninin mal sahibi olduğu ve bunu sağ olarak dünyaya gelmeden elde ettiği anlayışına hizmet etmektedir.
İslam hukukçularının ekseriyetine göre ceninin malî haklardan faydalanabilmesi için, haklar oluştuğunda ana rahminde bulunması ve daha sonra sağ olarak doğması şarttır. Ana rahminde ceninin var olup olmadığı günümüz tıbbın verileri ile tespit edilmektedir. İslam hukukçuları, çocuğun ana rahminde kaldığı zaman ile sütten kesilinceye kadar geçen sürenin toplam otuz ay olduğunu bildiren ayetle , çocuğu emzirme süresini iki yıl olarak belirleyen ayetleri birlikte değerlendirerek rahimde geçirdiği asgari sürenin altı ay olduğu sonucuna varmışlar, altı aydan önceki doğumlarda hak sahibi olamayacağını belirtmişlerdir. Ceninin ana rahminde kaldığı azami süre hakkında herhangi bir ayet veya hadis bulunmadığı için bu konuda dönemlere göre farklı görüşler serdedilmiştir. Fakat günümüzdeki tıbbî imkânlarla ceninin her aşaması takip edilmekte, ne kadar süredir rahimde olduğu tespit edilebildiği gibi ne kadar zaman sonra doğacağı da kuvvetli ihtimalle bilinebilmektedir.
Aslında burada şöyle bir soru açılması yararlı olacaktır. Ceninin malî haklardan yararlanabilmesi için mutlaka sağ doğması şart mıdır, yoksa ana rahminde hayat kazanmasının tespiti ile ya da ruh üflenmesiyle bu hakları elde edebilmekte midir?
İslam hukukçuların çoğunluğuna göre -yukarıda örnekleriyle sunulduğu gibi- malî hakların işlerlik kazanması için ceninin sağ doğması şarttır. Bununla birlikte gurre tazminatı/diyeti ceninin terikesi kabul edilmektedir. Bu kanaate ceninin hükmen sağ doğduğu yargısıyla varılmaktadır. Aynı durumda murisi vefat eden ceninin cinayet sebebiyle ölü doğmasıyla da mirastan alacağı payının terikesi olup varislerine intikal edeceği ifade edilmektedir. Ayrıca Ahmed b. Hanbel’e göre cenine bir malın intikali doğumdan önce de işlerlik kazanmaktadır. Bundan dolayı cenin nafaka borçlusu olduğu kimseler için sahip olduğu maldan nafaka ödemekle yükümlü tutulur. Bu kanaat, ceninin aleyhine de olsa malî haklara sahip olduğunu göstermektedir. Zira malî yükümlülük, mülk edinmeyi ve mülkünden istifade etme hakkını mümkün kılmaktadır. Malî tasarrufta bulunma sorumluluğu olanın, mal edinme hakkı da öncelikli olacaktır.
Ceninin ruh üflenmeden müstakil kişilik kabul edilmediği halde, ruh üflendikten sonra hukuken muhatap kabul edilmesi hali, malî haklar açısında değerlendirmeye tabi tutulmalı ve ruh üflenmesiyle mal edinme hakkının yürürlüğe girdiği düşünülmelidir. Ceninin düşürülmesi sonucu işlenen suçun cezası ödettirilirken cenin hükmen sağ doğmuş kabul edilerek gurre bedelinin ceninin mülkiyetine intikali kabul edilmek suretiyle varislerine hisselerince paylaştırılması ile ceninin miras ve vasiyet bakımından dünyaya gelmiş çocuk gibi değerlendirilmesi, ‘cenin mali haklara sağ doğmak şartıyla sahip olur’ genel kanaatinin bulunmasına rağmen pratikte malî haklara henüz cenin halinde iken sahip olduğu yargısına sebep olmaktadır. Ayrıca ‘ceninin sağ doğması’ şartı, “ceninin gerçek anlamda var olduğunun anlaşılması” için konmuştur.
Günümüz tıp bilimi rahimde bulunan cenin hakkında çok ayrıntılı bilgiler sunmakta, varlığının anlaşılmasını mümkün kılmaktadır. Ayetlerde ceninin mülk sahibi olamayacağına dair herhangi bir ifade bulunmamaktadır. Hadislerde ise ceninin varis olabilmesi ve miras bırakabilmesi için sağ doğması gerektiğine dair ifadeler yer almaktadır.
Yalnız şu kadar var ki, cenin sözleşmelerde kanunî temsilcisi vasıtasıyla da olsa taraf kabul edilemediği gibi teslim alma şartı bulunan sadaka, hibe gibi akitlerde de taraf kabul edilemez.
Modern hukukta ceninin mali hakları ayrıntılı olarak tartışılmış, ilgili hükümler kanunda yerini alarak meseleye farklı görüşlerle çözüm aranmıştır. Bu görüşlerden birine göre, sağ doğum gerçekleşinceye kadar ceninin hak ehliyetinin hüküm ve sonuçları askıdadır. Sağ doğum şartı gerçekleştiğinde cenin hak ehliyetini kazanacak, ancak hak ehliyeti hükümlerini geçmişe etkili olarak, yani ceninin ana rahmine düştüğü andan itibaren doğuracaktır. Bu görüş İslam hukukçularının çoğunluğunun kanaatiyle paralellik arz etmektedir. Bir başka görüşe göre ise ceninin hak ehliyeti, onun sağ doğmaması bozucu şartına bağlıdır ki buna göre, cenin hak ehliyetini ana rahmine düştüğü anda kazanacak ve haklarını ana rahmine düştüğü andan doğana kadarki süreçte kanunî temsilcisi vasıtasıyla kullanabilecektir. Cenin ölü doğduğu takdirde, hak ehliyeti geriye etkili olarak ortadan kalkacaktır. Diğer bir görüşe göre ise, ceninin kişiliğinin korunması, miras hakkı ve menfaatlerinin kanunî temsilci tarafından korunması bakımından, hak ehliyetini bozucu şarta bağlı olarak kazandığı kabul edilmelidir. Buna karşılık, sözleşme ehliyeti bakımından, doğacak çocuğun hak ehliyetinin geciktirici şarta bağlı olduğu kabul edilmelidir. Modern hukuk kapsamında konuyla ilgili yapılan akademik bir çalışmada; ‘ceninin hak ehliyetinin geciktirici şarta bağlı olduğu kabul edilmeli, ceninin ana karnında bulunduğu süreçte ancak kanunun açıkça öngördüğü istisnaî durumlarda kanunî temsilci aracılığıyla korunması ile yetinilmelidir’ şeklinde birleştirici yorumlar da yapılmaktadır.
İslam hukukunun cenini hukuk karşısında muhatap kabul etmesi ve eksik de olsa vücup/hak ehliyeti tanıması, “ceninin sağ doğması şartı, ceninin gerçek anlamda var olduğunun anlaşılması için konulmuştur” yaklaşımıyla bir araya getirildiğinde -tartışmaya açık bir konu olmakla birlikte- “cenin malî haklara, varlığı bir insan olarak ispat edildiği anda sahip olur” sonucunu doğurmaktadır.

C) CENİNİN HAYAT HAKKI VE HAYAT HAKKININ İHLALİ DURUMUNDA GEREKEN TAZMİNAT (GURRE)
Tarih boyunca ana rahmindeki çocuğun hayat hakkına önem verilmiş, Yahudi, Hıristiyan ve Hinduizm’de olduğu gibi genellikle dinlerde çocuğun düşürülmesi yasaklamış, büyük günahlardan sayılmıştır.
İslam hukukunda canın korunması zaruri maslahatlardandır. Haksız yere cana kıymak ayet ve hadislerle yasaklanmış, ihlal edenler hakkında ağır cezalar öngörülmüştür. Hayatta olan insan için sergilenen bu hassasiyet cenin safhasındaki insan için de gösterilmiştir. Himaye edilmesi amacıyla bir emanet olarak anne ve babasına verilen ceninin sağlıklı büyüyüp gelişmesinden birinci derecede yine ebeveyni sorumlu tutulmuştur. Bir açıdan emanetçi hükmünde olan anne baba, ceninin hayatını sonlandırma hakkına sahip olmadığı gibi aksine cenine yönelik sıkıntıları bertaraf etme mecburiyetindedir.
Ana rahminde bulunan cenin, hangi safhada olursa olsun en azından hayat sahibi bir canlı kabul edilerek saygı ve hürmete layık görülmüş, dokunulmazlığıyla ilgili hükümler getirilmiştir. İslam hukukçularının genel kanaatine göre yaratılışı tamamlanan yani kendisine ruh üflenen ceninin bilerek veya hata yoluyla düşürülmesi gurreyi gerektirmektedir. Gurre düşürülen ceninden dolayı ödenmesi gerekli malî tazminattır.
İslam hukukçularının çoğunluğuna göre cenin için ödenen gurre tam diyetin yirmide biridir. Hanefiler şu hadis sebebiyle ceninin diyetini beş yüz dirhem gümüş olarak belirler.
فيِ الْجَنيِنِ غُرَّةٌ عَبْدٌ اَوْ اَمَةٌ قيِمَتُهُ خَمْسُمِائَةٍ
“Erkek ve kız cenininde, beş yüz dirhem değerinde gurre gerekir.”
Ceninin diyeti hadisle beş yüz dirhem olarak belirlendiğine göre, tam diyetin on bin dirhem olduğu anlaşılır. Bu hadis, cenin sebebiyle ödenmesi gereken diyetin, bizzat ceninin karşılığı olduğuna ve bedellerdeki aslın da değer biçilen canlar olduğuna delildir. Ceninin diyeti, Hanefi ve Şafiilere göre düşüren kişinin âkılesine gerekir. Bu sebeple İslam hukukçularının ekseriyetine göre ceninin diyeti varislerine miras olarak taksim edilir. Maliki ve Hanbelîlere göre gurreyi ceninin düşmesine sebep olan kişi öder. Ceninin düşmesine sebep olan babası da olsa katil sayıldığından o gurreye mirasçı olamaz.
Cenin, bir yönden annenin bir parçası hükmünde olsa bile, diğer yönden bağımsız bir can hükmündedir; annesiyle birlikte ölümüne sebep olunduğunda hem annesinin hem de ceninin diyeti gerekir.
Hz. Peygamber (s.a.v) cenini canlı bir insan olarak kabul etmiş ve hakkında;
“دوُهُ”
“Onun diyetini ödeyin” buyurarak ceninin bedeline diyet demiştir. Diyet ise canlı insanın karşılığında verilen bedelin adıdır. Cenin için diyetin gerekliliği ceninin insan vasfına sahip olmasından kaynaklanmaktadır. Canın karşılığı, can sahibinin mirası olur. Bedelin hükmünde cenin canlı insan gibidir. Bundan dolayı ceninin bedeli, murislerine miras olur. Bu nitelik, canın bedeline özgüdür. Cenin gerçekte, kendisinden diri olarak ayrılıncaya kadar annesine emanet edilmiş bir canlıdır. Annesinden ayrılmadan ona karşı işlenen cinayet, ayrıldıktan sonraki cinayet gibidir. Şu kadar var ki cenin bir yönden annesinin bir parçasına benzediğinden -Hanefilere göre- ölümüne sebep olan kişiye keffâret gerekmez. Zira şüphe ile keffâret olmaz. Cenini telef etmek, hiçbir şekilde kısas gerektirmediği için düşürene keffâret gerekmez. Fakat İmam Muhammed’e göre yine de keffâret yoluna gidebilir. İmam Şafiî (v. 204/819), cenini canlı insan hükmünde kabul ettiğinden canlı birini öldürene keffâret gerekeceği gibi ceninin düşmesine neden olan kişiye de keffâret gerekeceği görüşündedir.
Ceninin müessir bir fiil veya tehdit etme, korkutma ve ilaç kullanma sonucunda düşmesi, bunları gerçekleştirenin ceninin annesi, babası veya bir başka kişi olması, bu kişinin cenini düşmesini kast edip etmemesi hükmü değiştirmemektedir. Hanefilere göre ceninin düşmesi babanın izni dahilinde olduğu veya herhangi bir kasıt bulunmaksızın gerçekleştiği taktirde gurre gerekmez.
Hanefî mezhebinde ruh üflenmeden önce çocuk düşürmenin kerahetle birlikte mubah olduğunu söyleyen hukukçular varsa da hâkim görüş, bunun ancak haklı bir sebebe dayanması ile caiz olacağı şeklindedir. Fakat Kâsânî (v. 587/1192) gibi bazı hukukçulara göre kırk gün dolmadan döllenmiş yumurtaya cenin denmeyeceği ve insan kabul edilmeyeceği için düşürülmesi mutlak olarak caizdir. Hanefîlerin bir kısmına göre cenin döllenmeden sonra düşürülemez. İhramlı kişi harem bölgesinde av hayvanının yumurtasını kırdığında cinayet işlemiş sayılıyorsa, ana rahminde döllenen embriyoyu düşürmek de bir çeşit cinayettir. Yumurtanın değeri de aslı bozulmadığı sürece av hayvanı olacağı için avın aslı sayılmaktadır. Dolayısıyla yumurtayı bozması nedeniyle ihramlıya cezanın gerekmesinde yumurtaya da av hayvanı hükmü verilir. Bu görüş Hanefi fakihlere ait olup Hz. Ali (v. 40/661) ve İbn Abbas (v. 68/687)’tan rivayet edilmiştir. Bu kimse ana rahmindeki çocuğu düşürüp değerini (ğurre) ödeyen kişi gibidir. Çünkü bu kimse, çocukta köleliğin meydana gelmesine engel olmuştur.
Maliki mezhebinde hâkim olan görüşe göre kırk günden sonra ruh üflenmemiş bile olsa cenin düşürmek haramdır. Bu süreden önce düşürülmesi halinde mubah veya mekruh olduğunu söyleyenler varsa da çoğunluk bu durumda da haram olduğu görüşündedir.
Şâfiî mezhebinden İmam Gazali (v. 505/1111)’ye göre döllenme olduktan sonra ceninin düşürülmesi haramdır. Şafiî mezhebinde hamileliğin ilk kırk gününden önce ceninin düşürülmesinin caiz, fakat kırk günden sonra caiz olmadığı görüşü de bulunmaktadır. Şafiî mezhebi âlimlerinden bir kısmı ruh üflenmeden önce ceninin düşürülmesinin mutlak olarak caiz, ruh üflendikten sonra ise caiz olmadığı kanaatindedirler.
Hanbelî mezhebinde bazı âlimlere göre ceninin ilk kırk günden önce düşürülmesi caiz, kırk günden sonra ise caiz değildir. Mezhebin bazı âlimlerine göre ise ruh üflenmesinden önce çocuk düşürmek caiz iken ruh üflendikten sonra haramdır. Mezhepte ruh üflenmeden önce de düşürülmesini haram kabul eden hukukçular bulunmaktadır.
Ruhun üflenmesinden önce cenin düşürmeyi mubah kabul edenler, çoğunlukla ceninin vücut yapısının ancak ruhun üflenmesi safhasında tamamlanması sebebiyle, insan olma vasfını da bu safhada kazanacağı varsayımından hareket etmektedir. Cenin, ruh üflenmeden önce diğer canlılar gibi hayat hakkına sahip olmakla birlikte, yaratıcısı tarafından “biz âdemoğlunu onurlu kıldık” taltifine muhatap “insan” hüviyetini henüz kazanmamıştır. Ruh sahibi olmayan cenin bu aşamada -tartışmalı olmakla birlikte- herhangi bir hukukî tasarrufa ehil olmadığı gibi hayatına kastedene cezaî yaptırıma veya tazminata da sebep değildir. Ceninin, kendisine ruh üflenmeden yani hukuk nazarında henüz hukukî şahsiyet kazanmadan önce bilirkişilerin kahir ekseriyetinin zannı galibince annesini zehirleme veya hayatına mal olacak bir hastalığa sebebiyet vermesi öngörülüyorsa ‘mazarratın nefyi mubahtır’ genellemesinden hareketle canlılığına son verilmektedir. Ruh üflenmeden önce cenin, insan şeklinde olsa da kulak, göz ve kalp sahibi herhangi bir canlı gibi kabul edilmektedir. Fakat ruh üflendikten sonra, mesela kalbi sadece kan pompalama organı değil aynı zamanda imanın, sevginin, nefretin merkezi haline gelmektedir.
Sonuç olarak şunu ifade edelim ki; ceninin hayatına mal olacak herhangi bir eylemin hangi dönemde işlenmesi halinde diyet gerektireceği İslam hukukçuları arasında tartışılmaktadır. Bununla birlikte ceninin insan kabul edilerek hayat hakkının ihlaline yönelik davranışların ‘gurre’ olarak adlandırılan cezai müeyyide ile bertaraf edilme gayreti, İslam’da cenine verilen değer ve onuru ispat için önemli bir göstergedir.
D) CENİNİN KLONLANMASI VE KÖK HÜCRE ELDE EDİLMESİ
Ceninin hayat hakkıyla ilgili irdelenmesi gereken bir diğer konu da insan klonlanması ve tedavi amaçlı kök hücre üretilmesidir. Kök hücre üretimi hastalıkların tedavisinin araştırılmasına hizmet ediyor gibi görünse de, kök hücre elde etmek için embriyonun öldürülmesi gerekliliği, bir insanın hayatını kurtarmak ya da sağlık sorununu gidermek için başka bir insanın hayatına son vermenin ne kadar ahlaki ve hukuki olduğunun sorgulanmasını zorunlu kılmaktadır. İnsan onurunun, klonlama ve kök hücre çalışmalarına karşı korunması ihtiyacı, diğer bilim dallarının da üzerinde önemle durduğu bir konudur. Konuyla ilgili açıklamalar, tıp bilimi ve modern hukuk yaklaşımını yansıtan bilimsel araştırmalardan yararlanarak yapılacaktır.
Genetik mühendisliğindeki gelişmeler son yıllarda gerçekten baş döndürücü bir hıza ulaştı. Gen teknolojisi uygulamaları, hastalıkların teşhisinden tedavisine kadar uzanan geniş bir alana hizmet veren bir potansiyele sahip oldu ve günümüzde hayatın her alanında etkisini gösterdi. Klonlama da bu gelişmelerdendir.
Türkçe’de “kopya” kelimesi ile ifade edilen klon, bir hücreden çoğalan hücreler topluluğu anlamındadır. Klonlama; yetişkin bir canlıdan alınan herhangi bir somatik hücrenin kullanılmasıyla, canlının genetik ikizinin oluşturulması işlemidir. Klonlama işleminde sperm hücrelerine gereksinim olmadan gebelik gerçekleşir ve sonucunda erkek birey olmadan genetik ikiz meydana gelir. Araştırmacılar klonlamayı, “üreme amaçlı klonlama” ve “tedavi (terapötik) amaçlı klonlama” olarak ikiye ayırır. Tedavi amaçlı kopyalamada amaç; tıbbi tedavide embriyo araştırmalarından yararlanmaktır. Üretim amaçlı kopyalama; ikinci bir insanın kendisi üzerinden kopyalanarak üretilmesi, insanın araçlaştırılması ve dolayısıyla onurunun zedelenmesi olarak kabul edilmektedir.
Kök hücreler, vücutta bütün dokuları ve organları oluşturan ana hücrelerdir. İnsan, döllenme yoluyla oluşan tek bir hücrenin çoğalmasıyla meydana gelir. Bu hücreye “zigot” adı verilir. Zigot, bölünmeye başlar ve bu bölünme sonucunda “embriyo” oluşur.
Klonlama tartışmaların merkezinde, hastalık sonucu kaybedilmiş doku ve organların yerine klonlama ile yenilerinin üretilmesi amacı ile yapılan tedavi amaçlı klonlama bulunmaktadır. Tedavi amaçlı kopyalamanın (terapötik klonlama), uygun olup olmadığı cevaplandırılması gereken bir sorudur. Bu yöntemle insan onurunun ihlâl edildiği görüşü bir grup tarafından savunulmaktadır. Bu tartışmaların merkezinde embriyonun ahlâkî statüsü bulunmaktadır. Bu konuda embriyo veya zigotun sadece bir hücre kitlesi olduğu, dolayısı ile hiçbir kıymet atfedilmeye değer olmadığı görüşü yanında, onun bir insan bireyi olduğu ve erişkin insanın sahip olduğu tüm haklara sahip olması gerektiği gibi farklı görüşler vardır. Tedavi amaçlı kopyalamada, embriyo insan olarak yetiştirmek için üretilmediğinden, bu yöntemde insan onuru korunmasının sağlanması söz konusu edilmemektedir. Biyolojik olarak gelişme erken evrede kesildiğinden, insan olma hedefi ile değil doku üretilmesine yönelik üretildiğinden bir insan onuru ihlâli bulunmadığını göstermektedir. Kopyalamaya karşı görüşlerin birinin temelinde, bu tür bir işlemde insanın kendi doğasının değiştirilmesi tehdidinin olmasıdır. Bu tür bir kaygıya katılmayanlar, klonlamayı tek yumurta ikizliği ile özdeş görmekte ve böylesi bir durumun doğadan bir üretme anlamına geldiğini, bu sebeple endişe edecek bir durum bulunmadığı görüşünü savunmaktadırlar.
Embriyonik kök hücreler, embriyoyu bölmek suretiyle elde edilebilir. Elde edilen bu ikiz hücrelerle yeni kopya embriyoların üretilmesi mümkündür. Bu noktada ortaya çıkan sorun ise, ileride insan olabilecek embriyonun sırf bir yedek organ deposu olarak kullanılmak üzere elde edilip, sonra da imha edilmesinin hukuki açıdan nasıl değerlendirileceğidir. İnsanın araçsallaştırılması, insan haklarının ruhuna, yani insan onuruna ters bir olgudur. Dolayısıyla insan nüvesini teşkil eden embriyon açısından da insanın araçsallaştırılması yasaktır. Bu suretle embriyonik kök hücrelerin kopyalanması, tedavi amacıyla da olsa etik değildir. Bir embriyonun hayat hakkına müdahale ederek diğer bir insanı yaşatmak veya iyileştirmek, insan onuru düşüncesiyle asla bağdaşmayacaktır. Öyle ki kendi kopyalarını üreten insanların, hastalandıklarında bu kopyaların organlarını kullanmak suretiyle yeni bir organ ticareti sahasının oluşmasına zemin hazırladıklarını da gözden kaçırmamak gerekir.
Kişilerin klonlama ile kendileri veya sevdikleri için yedek parça üretmesi, tedavi amaçlı kök hücre üretim yöntemine karşı diğer bir endişeyi ortaya koymaktadır. Çocuğuna kemik iliği nakli gereken bir ailenin uygun bir verici bulamadığından, çocuklarının klonunu üretip dünyaya gelen bebeği verici olarak kullanmaları ahlâkî açıdan kabul edilemez görülmektedir.
Sağlık Bakanlığı tarafından yayınlanan 2006/51 sayılı ve 01.05.2006 tarihli genelge ile klinik amaçlı embriyonik olmayan kök hücre çalışmalarına izin verilmiştir. Bu bağlamda çalışmanın yapılacağı kurum bünyesinde gerekli alt yapının oluşturulması ve çağdaş bilimin gereklerine uygun olarak uygulama yapılabilmesi amacıyla, Bakanlık bünyesinde Kök Hücre Nakilleri Bilimsel Danışma Kurulu oluşturulmuş ve “Klinik Amaçlı Embriyonik Olmayan Kök Hücre Çalışmaları Kılavuzu” genelgeye ek olarak yayınlanmıştır.
İnsan ve toplum açısından insan onurunun korunması birinci derecede önceliklidir. Her bireyin kendi genetik kimliğine sahip olması, insan onurunun korunmasının bir gereğidir. Biyoloji, tıp ve biyo-teknoloji alanlarında insan onuru için etik standartların oluşturulması ve insan ve toplumun her zaman bilimin önünde tutulması gerekmektedir. Çünkü uygarlık sadece bilim ve teknolojiden ibaret değildir. Uygarlık her şeyden önce, bir değer yargıları sistemi, bütünüyle bir insanlık anlayışıdır.
E) CENİNİN DİĞER HAKLARI
Ceninin hayat hakkıyla da yakından ilintili olan iki konuya kısaca değinmekte yarar vardır. Bunlardan biri İslam’ın ceninin sağlığına herhangi bir zarar gelmemesi için oruç tutmakta olan annesi için sağlanan kolaylık, bir diğeri de ceninin ölü doğması halinde tabi tutulduğu hükümlerdir.
1. Cenin Sebebiyle Annesine Oruç Tutmama Ruhsatı Tanınması: Oruç tutmakta olan hamile bayan karnındaki çocuğun (cenin) veya kendisinin sağlığından endişe ederse orucunu bozarak kazaya bırakır. Hamile kadından oruç yükümlülüğünün hafifletilmesi cenin sebebiyledir. Ceninin hayatına verilen değer, ibadet konularında da yerini almakta hükümlere tesir etmektedir. Hz. Peygamber (s.a.v) konuyla ilgili şöyle buyurdu;
اِنَّ اللهَ تَعاَليَ وَضَعَ عَنِ الْحاَمِلِ وَالْمُرْضِعِ الصَّوْمَ
“Allah Teâlâ, hamile ve emzikli kadından orucu kaldırmıştır.”
Hanefilere göre orucunu bozan hamile veya emzikli kadın orucunu sonradan kaza eder fidye gerekmez. Abdullah b. Ömer (v. 73/693), hamile bayanın oruç tutmaması veya tutmakta olduğu orucu bozmasıyla fidyeyi gerekli görmesinin sebebini, oruç tutamayan çok yaşlı birinin fidye vermesine benzeterek şöyle açıklar; “Oruç tutmama ya da bozma bir hastalıktan dolayı değil, yaratılıştan aciz biri (cenin) nedeniyle meydana gelen bir yarardır. Onun için çok yaşlı kişi için olduğu gibi fidyeyi gerektirir.” İbni Ömer’in, cenini acizlik yönünden yaşlıya benzetmesi, hayat sahibi, hükümlere muhatap hakiki bir şahıs olarak değerlendirmesi anlamına da gelmektedir.
2. Ölü Doğan Cenine Uygulanan Hükümler: İslam fıkhında ölü doğan çocuk yani düşük için yapılması gereken tüm işlemler, cenine verilen değeri göstermesi açısından da önemlidir. Fakihlerin çoğunluğuna göre düşüğün cenaze namazı kılınmaz; yıkanır, kefenlenir ve defnedilir. Hanefilerden İmam Ebu Yusuf’a göre ölü doğan çocuk yıkanır, ismi verilir ve defnedilir. Hanbelî âlimlerine göre dört ayını doldurduğunda yıkanır ve cenaze namazı kılınır. İbni Sîrîn (v. 110/729)’e göre ruh üflendiği bilinen düşüğün cenaze namazı kılınır. Maliki âlimlerine göre ise hayat emaresi göstermeyen çocuğun cenaze namazı kılınmaz. Kefenlenemeyecek ve cenaze namazı kılınamayacak durumda olanlar da bir kumaş parçasına sarılarak defnedilir. Düşüğün yıkanması bir şahıs olması sebebiyledir; cenaze namazının kılınmaması ise bir yönden annesinin parçası kabul edilmesiyledir. Dört ayını dolduran düşük hakkında hem yıkanır hem de cenaze namazı kılınır görüşünde olan Hanbelî âlimleri, cenini müstakil bir varlık olan insan konumunda kabul etmişlerdir. Hatta erkek veya kız olduğu belli olmayan düşük çocuk için Katade, Hind, Utbe, Seleme gibi kız ve erkeğe konulan isimlerden biri verilir. Ahirette kişi ismiyle çağrılacağı için düşük çocuğa isim konmasının uygun olacağı belirtilmiştir.

NETİCE
Sonuç olarak şu tespitlerde bulunabiliriz:
1. İhtilaflarıyla beraber âlimlerin cenin hakkındaki görüşlerin tamamı yaratılışı tamamlayıp ruh üflenmiş ceninin müstakil bir kişiliğe sahip insan olarak kabul edilmesi gerektiğini ortaya koymaktadır.
2. Ruhun ne zaman üflendiğine dair farklı kanaatler bulunmakla birlikte ayet, hadislerden hareketle ilk kırk günden sonra gerçekleştiği hükmüne varmanın daha isabetli ve ihtiyata daha elverişli olduğu açıktır.
3. Ruh üflendikten sonra ceninin eksik de olsa kişilik, mülkiyet ve hayat hakkı işlerlik kazanmaktadır.
4. Cenin için sözleşmelerde taraf kabul edilmesi mümkün olmasa da mal edinme hakkı tanınmalıdır. Zira cinayet sebebiyle ölü doğan cenin, hükmen sağ kabul edilmektedir. Hatta murisinin vefatında kendisi için bekletilen hissesini cinayet sebebiyle de olsa cansız doğumla hak etmesi, terikesinin varlığına hükmedilmesini gerektirmektedir. Böylece cinayet sebebiyle ölü doğan cenin için belirlenen gurre, kendisinin terikesi olduğu gibi mirastan ayrılan muhtemel payı da terikesi olmaktadır. Ceninin mülk edinme hakkı sadece sağ olarak doğumuna bağlanacak olsaydı, terikesinden bahsedilmesi mümkün olmayacak, varislerine de herhangi bir miras intikal etmeyecekti.
5. Ceninin bilerek veya hata yoluyla ölümüne sebep olmanın doğurduğu gurre cezası ile bunun varislerine intikaline dair hükümler de cenine verilen onurun yüksek derecesini göstermektedir.
6. Cenin sebebiyle annenin farz orucunu kazaya bırakması, ceninin sağlığını korumak amacıyla ruhsat hükümlerinin işletilmesidir. Bu da cenine verilen değeri ortaya koymaktadır.
7. Bütün yaratılışı tamamlanmış ve ruh üflenmiş çocuğun düşürülmesinde, düşük yapan kadının normal bir doğum yapmış gibi kabul edilmesi de İslam’ın cenine verdiği konumu belirlemektedir.
8. Ceninin ölü doğması neticesinde yıkanması, kefenlenmesi, isim konması ve Hanbelî fakihlerine göre cenaze namazının kılınması gibi uygulamalar da İslam’da cenine ayrı bir değer ve onur verildiğini göstermesi bakımından önemlidir.
9. Tedavi amaçlı da olsa kopya embriyoların sırf bir yedek organ deposu olarak kullanılmak üzere üretilip sonra da imha edilmesi insan onuruna ters bir olgudur.
Dosya
ARAMA
 






BAĞLANTILAR
İlahiyat Web Otomasyonu
Bologna Veri Girişi
Bologna Information Package
Lisans Akademik Personel Girişi
Lisansüstü Akademik Personel Girişi
Lisans Öğrenci Girişi
Lisansüstü Öğrenci Girişi
İlahiyat Öğrenci Girişi
Üniversite E-posta Servisi
Yordam Katalog
Katalog Tarama (Eski)
Ödünç Kitap Takibi
Üniversite Tanıtım Videosu
Fakülte Tanıtım Videosu (Türkçe)
Fakülte Tanıtım Videosu (Arapça)
2014-2015 Akademik Takvimi
Hazırlık Yoklama Girişi
Hazırlık Öğretim Elemanı Girişi
Hazırlık ÖĞRENCİ GİRİŞİ

Necmettin Erbakan Üniversitesi Ahmet Keleşoğlu İlahiyat Fakültesi Adres: Aşkan Mh. Yeni Meram Cd. No: 136 42090 Meram / KONYA
Tel: (0 332) 323 82 50 Faks: (0 332) 323 82 54 E-posta: ilahiyat@erbakan.edu.tr